Ciao Italia! 2 : Floransa / Roma / Pisa / Napoli / Lucca / Siena

Dördüncü gün uzun bir yolculukla Floransaya gittik. Ne Venedik ne Roma, bu gezi için en büyük hayalim Floransaydı. Binaların arasından katedrali gördükçe, “Medici Caddesi”nden geçtikçe gözlerim doldu (bkz: Da Vinci’s Demons). Katedralin tepesine çıkmak için sıra bekledim ama o kilometre -kuyruk denemez- 15 dakikada hiç ilerlemeyince vazgeçtim, yine pizzamı alıp katedralin karşısında yere oturup yemeye başladım. İnsanlar göçmenmişim ya da evsizmişim gibi bakıyorlardı ama olsun, bence bir restorana oturup yemekten çok daha güzeldi.

Yemekten sonra atlı karıncaya binip dünyanın en saçma atlı karınca videosunu çektim, arada kameraya bakıp gülümsüyorum falan. Daha sonra Caffe Gilli’ye oturup mükemmel bir Panna Cotta yedim, yani burada satılan muhallebi ve üzerine konulan frambuaz sosuyla alakası yok.

Ertesi gün Pisa‘ya gittik, aramızda en heyecanlı kişi “devrileni görcem (bkz: Pisa Kulesi)” diye sevinen ananemdi. Herkes kollarını uzatmış öylece birinin fotoğraf çekmesini bekliyordu, dışardan aşırı saçma duruyormuş. Klasik pozdan sonra Pisa şehrini gezdik ki hiçbir şey yoktu. Sadece bir yerde çay ve Türk kahvesi içtik.

Oradan vakit kaybetmeden Lucca‘ya geçtik. Rönesans zamanında yapılan surların içine kurulmuş Lucca ve rahatlığıyla biliniyormuş. Zaten meydanında da müzisyen Puccini’nin bacak bacak üstüne atmış sülalem rahat mesajı veren heykeli vardı. Bu şehirle ilgili en ilginç şey, bir kulenin içinde ağaçların büyümüş olması ve kulenin pencerelerinden dalların dışarı çıkıyor olmasıydı. Yemek için meydandaki şirin bir İtalyan kafesine oturdum, cappuccino ve lazanya söyledim. Gezdiğim hiçbir yerde yerel yemeklerden ödün vermem.

Oradan termal bir şehir olan Montecatini‘ye geçtik. Otelimiz buradaki eski bir köşktü ve bahçesinde milyon tane heykelle eski araba koleksiyonu vardı, asansörü ise eski demir kapaklılardandı. Kasabayı gezip teleferikle 1 kilometre yüksekteki Montecatini Alto‘ya çıktık. Meydanı taş evler, restoranların içindeki müzisyenler derken tam bir Cunda’ydı. Geri inerken teleferiğin önündeki balkona oturdum ve manzarayı videoya çektim, ben daha önce bu kadar yeşili bir arada görmemiştim, mükemmel bir 8 dakikaydı.

Bütün Yollar Roma’ya

Altıncı gün at yarışlarıyla ünlü olan Siena‘yı gezdik. Evleri toprak renginde olan çok ilginç bir şehirdi. Meydanı eğimli bir yelpaze şeklindeydi. Temmuz ayında bu meydan toprakla doldurulup at yarışları yapılırmış. Hemen çeyrek büyük pizza büyüklüğünde olan pizzamla meydana yerleşip etrafı izledim. Burada çok fazla vakit harcamadan Roma’ya geçtik.

Otele yerleştikten hemen sonra Roma‘yı gece görelim diye dışarı çıktık. Aklımda hala gelmeden 1 hafta önce okuduğum Melekler ve Şeytanlar kitabı, boş vaktim olur da gezebilir miyim diye düşünürken şehirde gördüğüm ilk yer Melekler Kilisesi oldu. Oradan Navona Meydanı’na geçtik. İnanılmaz güzel bir çeşme ve etrafında restoranlar, müzisyenler, ressamlar, dans edenler; gördüğüm en hareketli, en güzel meydanlardan biriydi. Aşk Çeşmesi’ne doğru ilerlerken yolda Panteon’u gördük ve bir gecede kitaptaki 5 işaretten 3’ünü görmüş oldum. Aşk Çeşmesi’nin ışıklandırması çok güzeldi, bence böyle heykelden yapıları akşam ışıklandırılmış görmek daha güzel. Daha sonra fotoğraf çekmek için Kolezyum’da durduk, iğrenç yama gibi bir restorasyon yapmışlar.

Ertesi gün Vatikan’a gittik. Orada da bir işaret vardı ama yanlış yere baktığım için göremedim (tebrikler tebrikler). Ananeme başka bir ülkeye geldiğimizi söyledikten sonra kadın bir durdu, sonra “ha” diyebildi anca, şoka girdi. Öyle pasaport falan sorulmayınca kadın kiliseye geldik zannetmiş. Sonra annem ona “Papa’nın yeri, Hıristiyanların Mekke’si gibi” diye açıklayınca biraz fikir oluştu.

Vatikan’dan çıkınca ilk işim Popolo Meydanı’ndaki kitapta geçen diğer işareti bulmaktı. Onu bulduktan sonra meydandaki Leonardo da Vinci Müzesi’ne girdim ve adamın zekasına tekrar tekrar hayran oldum, ayrıca dizide kullanılan aletleri de görebildim (Bkz: Da Vinci’s Demons). Oradan sonra Hard Rock Cafe-Kolezyum-Vittorio Emanuele Anıtı-son işaretin olduğu kilise derken öğle sıcağında 8,5 kilometre yürümüşüm ve son kilise kapalıydı, işareti göremedim 🙁

Sonra İspanyol Merdivenleri’nin orada Caffe Greco diye bir yerde “İtalya’nın en güzel tiramisusu”nu yedik. Gerçekten çok güzel ve farklıydı. Tabi bu fark Türk tiramisusunun nescafe ve labneden, İtalyan tiramisusunun ise mascarpone peyniri, espresso ve rom’dan yapılmasından kaynaklanıyor olabilir.

Zavallı Son Pizzam

Ben yine PİZZAMI almış Vittorio Emanuele anıtının önüne oturmuş yerken, başımın arkasında paat diye bir ses duydum, biri kafama vursa bu kadar ses çıkardı. Ama canım acımadı, insanların gülme sesleriyle noluyo derken martının tekinin pizzamı yediğini gördüm :(( Sen gel benim pizzamı çal, sonra 3 arkadaşınla beraber ye. Gitti zavallı pizzam, zaten saatlerce yürümüşüm bir de aç kaldım. Artık başım önde annemlerle buluşmaya gittim.

Son gün Napoli‘ye gittik ve ilk izlenimimizi mükemmel bir seyir terasından yaptık. Daha sonra aşağı indikçe gecekondu diyebileceğimiz tipte evlerle karşılaştık. Şehir aşırı göç almış, çok kalabalık ve pisti. Bir tane alışveriş caddesi ve arka sokakları var, zannedersin İstiklal ve Tarlabaşı. Bir alt sokaktaki bakkala gitmeye korktuk. Yemek olarak Pizza Fritza yedik, ismi pizza olsa da içine peynir ve domates konmuş pişiydi. Napoli de başka bir şey de yoktu, zaten insan yürümeye korkar. Bir de bütün şehirde çarpılmamış, bir yeri kırık-çizik olmayan bir tek araba bile yoktu. Daha sonra Vezüv Yanardağı’ndan geçerek hava alanına gittik ve Saba Tümer’le aynı uçağa binip geri geldik.

İtalya’da dikkatimi ne çekti:

  • İnsanlar o kadar kibar ki turist olduğunuzu anlayınca sizinle konuşmaya çalışıyorlar
  • Hayvanlar bütün mağazalara girebiliyor
  • Ülkede bütün panjurlar yeşil
  • Pizza sudan ucuz (sanırım belli ettim)
  • Her yer Türk kaynıyor, ilk gün Milano’da Eto’dan bahsedenler vardı

Ülkeyi o kadar çok sevdim ki, mutlaka özellikle de Roma’ya tekrar geleceğim.

Milano-Venedik-Sirmione-Cenova’yı içerek ilk yazımı okumak için buraya tıklayın.