2018in başında bir seyahat bloggerı bu sene için planlarımızı sorduğunda, hiçbir planım olmamasına rağmen “içimden Budapeşte ‘ye gitmek çok geliyor” yazmıştım. 4 ay sonra, o bloggera Budapeşte ‘den kart yolladım 🙂
Okul hayatımın belki de en yoğun dönemini yaşıyorum. Bırakın 2 gün eve gitmeyi, bacaklarımı uzatıp kahve içmeye bile vaktim yok. Böyle bir dönemdeyken, arkadaşımla gaza gelip çok az bir zaman sonrasına Budapeşte’ye bilet aldık ve ben bloggerın postuna attığım yorumun gerçek olduğunu, Fisherman’s Bastion’da kartpostal alırken hatırladım.
Bu yazıya da “My hidden treasure chest Budapeşte” başlığını vermek istedim çünkü bu şehir gerçekten George Ezra’nın da dediği gibi tam bir gizli hazine, çoğu kişinin es geçtiği ama beni huzurdan ağlatabilecek güzellikte bir yer.
Gümrük Değil Mesir Macunu Festivali
Macaristan’a inişimiz saat 1 gibi oldu ve beklentimiz en az Türkiye standartlarında, ferah bir Avrupa havalimanı, değil mi? Ama yok hayır, burası küçücük, 4-5 tane pasaport kontrol noktası olan, maksimum 50 kişinin sığabileceği ve sıra olmayan, insanların ülkeye girebilmek için üst üste bekledikleri bir havalimanı. Sorgular çok uzun sürdüğü için 1 buçuk saat o kalabalıkta sıkışık, ayakta ve sırtımızda çantalarla dikildik. Yemin ediyorum mesir macunu festivallerinde bu kadar izdiham olmuyordur, ha macun kapmaya çalışmışsın, ha polisin yanına ulaşmaya çalışmışsın.
Uzun saatler sonrasında sorunsuz geçip metroya bindik ve Budapeşte’nin en işlek yerinden geceliği 8 euroya yer ayırttığımız 3 kişilik hostel odamıza geldik. Biz plan yaparken havalar buz gibi olduğu için yanımıza içlik, bot almayı düşünmüştük ama aman tanrım o nasıl bir sıcak, sabah İstanbul’da kazaklıyken burda çektik şortları, ben “niye terlik getirmedim ayakkabıyla yanıyorum” diye ağlıyorum, o derece bir sıcak var. Hemen plan yaparken favori yerimiz olarak seçtiğimiz Fisherman’s Bastion’a doğru yola koyulduk.
Bilenleriniz vardır, Budapeşte’nin ortasından Tuna nehri geçiyor ve şehri ikiye ayırıyor. Bizim de Fisherman’s’e gitmemiz için karşıya geçmemiz gerekiyordu ve tesadüfen karşıya mükemmel güzellikteki Chain Bridge’ten geçtik <3 Zaten daha sonra bu köprüden yaklaşık 1568 kez daha geçtik 🙂
Stendhal Sendromu: Mimari Versiyon
Ben mimari yapıları görünce çok duygulanan ve huzur dolan bir tipim. Kimisi doğayla iç içe olmayı sever, bense böyle tarihi yapılı manzaram olsun, şehrin ikonik yapısına bakarak kahve içeyim, daha çok o kafada bir insanım. Stendhal Sendromu’nun mimari ayağı olurum yani anlayacağınız. Fisherman’s Bastion ise benim hayatımda gördüğüm en ama en güzel, en sıcak, en samimi yerlerden biri. Sanki bir doğum günü pastasıymış da kremayla süslenmiş gibi duruyordu (evet bu tabiri oradayken buldum :D) Ve tabi ki dünyanın en güzel yerlerine şube açan en sevdiğim Starbucks burada da vardı ve hayatımda bana en çok huzur veren 2. kahveyi orada içtim galiba.

Bu arada hediyelikçiden koleksiyonuma eklemek için kartpostal alırken, kasiyerin “pul ister misiniz” sorusu kafamda bir ampul çaktı ve nereye gönderebilirim diye düşünürken bu kartın sonraki adımının taa Avustrayla’ya, DünyaBenimEvim‘in sahibi Öznur Abla’ya doğru olmasını sağladım 🙂
Fishrman’e doyunca hemen yanındaki Buda Kalesi’ne yöneldik ama hiçbir güç bana tek yön 6 euro füniküler ücreti verdiremeyeceği için tabana kuvvet dağ taş yamaç tırmana tırmana kaleye yaklaştık. Bu arada ara yollardan çıktığımız için muhteşem manzaralı yerler keşfettik. Kaleye vardığımızda tam gün batımı saatiydi ve güneş Budapeşte Parlamentosu’na (ikonik Budapeşte yapısı) ve Chain Bridge’e öyle güzel vuruyordu ki, “iyi ki ucuz diye burayı seçmişiz, mükemmel bir seçim oldu” diye arkadaşımla birbirimize sarılıp ağlaştık.
Budapeşte’deki Güney Meydan
Biz daha önceden kalenin yakınlarında bir “Kemal Atatük Caddesi” olduğunu öğrenmiştik ve sırf onu bulmak için kalenin etrafındaki bütün sokak tabelalarına baktık ve bulduk <3 Avrupa’daki bir şehirde böyle değerlerin bilinmesi çok güzel. Bu arada güneş battı, şehir ışıklandı ve bu kadar şehir gezdim, bu kadar güzel ışıklandırılan bir Şangay’ı görmüştüm, Budapeşte hoop listede ikinci sıraya kuruldu.
Havanın yumuşaklığı ve alışkın olmadığımız şekilde herkesin saate aldırmadan dışarda geziyor olmasına güvenerek tabi ki Chain Bridge üzerinden karşı hostelimizin olduğu kıyıya geçtik ve rastgele bir şekilde kendimizi Budapeşte’nin en popüler yerinde, Bahar Festivali’nin ortasında bulduk. Herkes çimlere yayılmış muhabbet ediyor, kimi köpek gezdiriyor kimi koşuyor, kimi standlardan bira ve yemek almış onları tüketiyor, bir an kendimi okulda bir bahar akşamı Güney Meydan’da hissettim, o kadar hareketli ve samimi bir ortam. Bir gün akşam yemeğimizi burda yemeye karar verip uyumaya gittik.

Kuşatma Zamanı
Saat sabah 4, zaten dün uçup tüm gün gezmişiz, kalktık bir de “bir daha mı gelicez” deyip Viyana’ya geldik iyi mi. İyi de oldu, Viyana’yı gördükçe Budapeşte’nin ne kadar güzel bir yer olduğunu anladık 😀 Ben hayatımda bu kadar sıkıcı, yaşlı ve sakin bir şehir görmedim. Müzeleri mükemmel olabilir ki gezmedim bilmiyorum, klasik müziği de çok severim ama buna rağmen resmen şehir içimi baydı.
Sevdiğim sadece 3 şey var, o da rengarenk duvarların olduğu Hundertwasser House, faytonların önünden geçtiği güzel bir mimari (:)) yapı olan Hofburg Sarayı ve onun önündeki Volksgarten, yani halk bahçesi. O bahçe gerçekten bayağı güzeldi ama hakkını vereyim. Kadıköy’de bayıla bayıla içtiğim Viyana Kahvesi burda da “eeeh” çıkınca “bi daha da gelmem” deyip geri Budapeşte’nin yolunu tuttuk AMA az kalsın geri dönemiyoduk.
Sabah Viyana’ya gelirken otobüse binmek için şoför sadece biletin QR kodunu okudu. Biz dönüşte yine öyle olur diye düşünüp tam 1 saat terminalde otobüsü beklerken muhabbet ettik, lafladık, fotoğraflara falan baktık. Artık 10 dakika kaldı, binelim deyince ne görelim, insanların elinde kırmızı kırmızı biniş kartları. Meğer check-in yapıp onları almamız gerekiyormuş. Haydaa, kalmış 10 dakika, gittik check-in sırasında girdik ama nasıl bir sıra var, havalimanındakini al burda da aynı.
Neyse ki bir yerden sonra Budapeşte için farklı bir gişe açtılar, bu sefer de bahtsız bedevi olduğumuz için gişede çalışan TÜRK “sizin neden yeşil pasaportunuzda vize yok” diye olay çıkardı. Zaten yeşilin olayı o yani, ben sana orda protokol mü anlatıcam, onu da zar zor atlatıp 4 dakika kala otobüse binmeyi başardık (alkış emojisi).
Ertesi gün, yani 3. ve Budapeşte’deki tam günümüzde gezecek bol vaktimiz vardı. Öğlene doğru hostelimizin hemen yanında olan, Grand Budapest Hotel filminin esinlenildiği Corinthia Hotel ve dünyanın en güzel kafesi denilen (ki bence de öyle) New York Cafe’ye gittik. Menüsünde bir tatlının 20 euro olduğunu görünce “bi arkadaşa bakıp çıkacaktık” deyip girmeyi planlamıştık ama resmen girişe fotoğraf çekmek için alan kurmuşlar, herkes çıkırt çıkırt kırmızı kordonları geçmeden (?!) fotoğraf çekip çıkıyordu. Biz de tabi ki bu fırsattan yararlandık ve mükemmel tavan işlemeli, altın varaklarla süslü bu kafeyi fotoğraflayıp hemen kaçtık.

Ağladım Delice, Elimde Boş Bi Kupa
Sıra geldi Tuna Nehri ve Budapeşte Parlamentosu’na. Tekrar söylüyorum, mimari yapılar karşısında ağzım açık kalıyor ve bu binayı nasıl yaptıklarına tekrar tekrar hayret ettim, burası da benim için bembeyaz yapısı ve bordo tavanıyla tam bir frambuazlı çizkekti 🙂 Daha sonra nehir kenarında geze geze yine Chain Bridge’den karşıya geçtik ve rastgele siz deyin Karaköy, ben diyeyim Paris kafeleri tadında ve Budapeşte’nin en büyük bazilikasına bakan arkadaşımın favori kahvecisini bulduk.
Demiştim ya en huzurlu 2. kahvem Fisherman’s’te diye, işte birinci olan yer burası. Oradaki Costa Coffee’de ne kadar oturduk bilmiyorum, ama tam karşımdaki Aziz Stefan Bazilikası’na baka baka üzerindeki yazıyı ezberledim valalhi. O kadar hareketli ama o kadar da huzur veren bir yerde olduğumu daha önce çok da hatırlamıyorum. Daha sonra öğrendik ki buranın adı Zrinyi Utca’ymış ve gece hayatının en aktif noktalarından biriymiş, gece fotoğrafım çekilirken gelip bana kolunu atıp poz veren sarhoşlardan da teyit ettiğimiz gibi 😀

Artık son gecemiz dedik, Bahar Festivali’nin ordan içeceklerimizi alıp gittik parlamento karşısına, “ne iyi ettik de geldik, helal kız bize” diye diye bir şeyler içip Chain Bridge üzerinden (söylemiştim…) sarhoşların arasından zaaar zor hayatta kalıp (ciddiyim bu konuda) hostelimize geri döndük.

Son Gün: Bi Sağ Kroşe, Bi Sol Kroşe
Bu noktaya kadar Budapeşte gezimiz (Viyana demiyorum) sorunsuz geçmişti. Sabah yola çıkıp havalimanına gideceğiz ve artık eve döneceğiz. En azından planımız öyleydi. Her şey biletçi ile başladı. Yapacağımız kısa bir metro aktarması için bilet almayalım dedik, pazar sabahı saat 9’da bilet kontrolü için biletçi koymuşlar, teşekkürler Budapeşte Belediyesi. Biletleri aldık ve aktarma için otobüse binmeye yeltendik, ta ki o biletle otobüse binemeyeceğimizi görene kadar. Tam 3 katı fiyata shuttle bileti aldık el mahkum ve havalimanına ulaşmayı başardık.
Sorunlar bitti mi, tabi ki hayır. Havalimanında en doğal şey ne, departure ve arrival yani genel ve giden yolcu bölümleri. Ve bu ilk günden kendisine aşık odluğumuz havalimanında ne yok? Departure yani giden yolcu bölümü. Aradık aradık aradık, meğer arrival yani geliş kısmının içindeymiş, teşekkürler Budapeşteli mimarlar.
Sorunsuz biniş kartımızı aldık, güvenlikten geçiyoruz, ayakkabımda uyuşturucu aradıkları için kenara ayırdılar, teşekkürler Budapeşte güvenlikleri. Pasaport kontrolündne geçip kapıya ulaşabildik, bir anda kapıda bekleyen herkes koşturmaya başladı, meğer Macarca anonsla kapının değiştiğini söylemişler son anda fark ettik, teşekkürler İngilizce anons yapmayan Budapeşte anonsçuları. Bitti mi tabi ki hayır.
Artık uçağın doğru kapısındayız, görevliler bavulumun boyutlarını ölçmek için bir kutuya koydurdular. Buna hiçbir lafım yok ama bavulu zar zor içine tepmişken “hadi şimdi de içinde yan çevir” diyeceğine baştan yan koymamı söylersen ben boşu boşuna kan ter içinde kalmam, değil mi ama. Teşekkürler sevgili Budapeşteli bavulcu abla. Çok şükür bin şükür uçağa bindik mi evet bindik, bu sefer de sana teşekkür ediyorum koltuk numaralarına bakmadan “burası benim yerim” diye yerime göz koyan Budapeşteli Türk teyze.
Son günkü bu kadar minik darbeye rağmen, hayatımda beni en dinlendiren şehirlerden biri oldun Budapeşte, sen azcık öteye git Viyana. Bir daha koşa koşa gelip Zrinyi Utca’daki Costa Coffee’de kahve içmek için sabırsızlanıyorum. Bir dahaki sefere kadar, buscu Budapest!