Magdeburg Deneyleri Chapter 9

Sondan üçüncü Magdeburg yazımdan herkese merhaba. Ne yalan söyliyim bu haftam biraz buruk, biraz depresif geçti. İlk defa ailemden bu kadar uzun süreli uzak kaldım, erkek arkadaşımı çok özledim ve kendisi de Hindistan’da staj yaptığı için hem saat farkı hem de internet probleminden dolayı çok fazla görüşemedik. Bir de bırakın tatili, denizi uzaktan yakından göremediğim için psikolojim artık alarm vermeye başladı. Ve tuz biber olarak da labda sebep olduğum bir kaza olunca, değmeyin keyifsizliğime.

Labda cihaz bozma ve azar keyfi

Perşembe günü kendi başıma ilk defa yapıtığım bir deney vardı, plasmidleri bakterilerin içine koyuyorum ve daha sonra bu bakterileri çoğaltıyorum. Böylece bu plasmidi içeren birsürü bakterim  olmuş oluyor. Daha sonra bu bakterileri patlatarak plasmidin bakteriden dışarı çıkmasını sağlıyorum ve çeşitli kimyasallarla plasmidi diğer moleküllerden ayırıp elde etmem gerekiyor (alkış efekti).

Bu sırada, daha ilk adımda bakterileri santrifüjlemem gerekiyor ki içinde büyüdükleri sıvıyla bakterilerin kendilerini ayırabileyim. Beklediğim şey bakterinin şişenin dibinde çökmesi ve besi yerinin de sıvı halde üstte kalması. Şişeleri santrifüj makinasına koyarken kapaklarının kapalı olduğunu ve ağırlıklarının eşit olduğunu kontrol ettim; çünkü hem makina dengeli olmalı hem de kapaklar açılırsa motor ıslanır ve bozulabilir. Bu bize 1. sınıfta öğretilen ilk şeylerden biriydi.

Odamın camından efektsiz gün batımı

Santifüjün süresi bitti, ben makinanın kapağını açmaya çalışıyorum ama yok açılmıyor. Yanında çalıştığım doktora öğrencisine söyledim açamadı, hocama söyledim açamadı, artık enstitüde çalışan teknisyenler ellerinde pense gibi şeylerle geldi ve en son lab cihazlarından sorumlu kişi geldi ama yok açılmıyor. Manzaraya bakın: hocanız, sizden sorumlu öğrenci, makinadan sorumlu kişi herkes orada ve sizin hatanızı çözmeye çalışıyorlar. Neyse bir şekilde makina açıldı ve makinanın içi, motor kısmı, elektronik kısımlar HEPSİ SIRILSIKLAM çünkü şişelerin kapağı açılmış ve bütün cihazlar hem bakteri olmuş hem de ıslaklar, bütün makina ıslak.

Azar yedim, bağırtı yedim, ciddi konuşmalara maruz kaldım; ki hepsinde haklılar. Kapakların kapalı olduğunu kontrol etmiştim, ama anlaşılan iyi kapatamamışım ve bir kaza oldu. Ama en azından “keşke kapalı olduğunu kontrol etseydim” demiyorum, o açıdan içim rahat çünkü yapmam gereken kontrolü yaptım ama kaza oldu yani. Artık iki değil milyon kez kontrol edeceğim.

Memleket özlemi

Bir akşam çok büyük bir hata yapıp Youtube’da “kısır yapma challenge”lara daldım. Aman Allahım bu nasıl bir özlem, o ekşili saçlalı bulgur bir burnumda tüttü anlatamam. Ben bir ağlamaya başladım “eve gitmek istiyoroomm annemin kısırını özledeeem” diye. İzledim izledim, sonra ağlaya ağlaya yattım uyudum. Anne eğer bunu okuyorsan ki okuduğunu biliyorum, nolursun eve girerken eşikte başımdan aşağı konfeti gibi kısır taneleri dök, yalvarırım. Ayrıca şeyi de anlamıyorum, gören de çok uzakta, hiç Türk’ün Türk esintilerinin olmadığı bir yerde yaşıyorum sancak. Neden bu kadar arıyorum bilemiyorum.

Açıklamaya gerek yok bence

Hafta sonu hem labdaki kaza, hem evimi özleme hem de başka şeyler yüzünden o kadar keyifsizdim ki, yine ne zaman mutsuz olsam yaptığım gibi, İtalya’ya özgü bir şeylere sarıldım. İtalyanca çalışacak modda bile olmadığım için gittim marketten 2 euroya mis gibi İtalyan Chianti şarabı aldım. Biz annemle bu şarabı İtalya’dan dönerken almıştık ve o tadı alırsam yine o mutluluğumu hissederim diye düşündüm (bkz. İtalyanca öğrenmeye başlama sebebim). Gün batımı penceremden bayağı güzel görünüyor -turuncu, mor, pembe renklerde- ve o sırada içerim diye hayal etmiştim. Ama olmadı, çünkü neden, koskoca mutfakta bir tane tirbüşon yok. Güzelim şarap öylece masamın üzerine duruyor. Bakıp bakıp Venedik’te salınan gondolları hatırlarım artık.

Gavur ellerde kanadım kırıldı

Buraya gelirken 26 kilo eşya ile geldim ama dönüşte aynı işkenceyi çekmemek için eşyalarımın bir kısmını eve kargolayayım diye düşündüm. Eşyaları seçtim, kutuya koyarken bir tane defterin demir spiral ucu, sen git benim sol elimi komple kes. Nasıl kanıyor, dedim aha ya kan kaybından ya tetanozdan öleceğim. Bir de nasıl olduysa kesik boydan boya damarın üzerinde, ben iyice yusuf yusuf. Hemen doktor arkadaşlar arandı, en son ne zaman aşı olduğumu hatırlamadığım için “doğru tetanosa” talimatı alındı. HARİKA.

Neyse ki sağlık sigortam vardı da korkmadan gidebildim. biliyorum ve hastanede derdimi anlatmam mümkün değil. Ben gittim acile, neyse ki hemşire İngilizce biliyordu ve anlaşabildik (mi acaba). Anlattım az önce elimi kestim, tetanos aşısı olmak istiyorum diye, hemşire birini aradı ve daha sonra bana “üzerinden çok süre geçtiği için artık çok geç, aşı yapamayız” dedi. Allah aşkına ne diyon, ben bir saat önce kestim elimi ve kanamam durunca geldim zaten. Bir de diyor ki “maksimum üç gün içinde gelmeliydin, bir hafta geçmiş seninkinden”. Dedim ne bir haftası, bir saat oldu olmadı, sonra tekrar aradı ve aşıya hak kazanan 1 milyonuncu insan olabildim. TEBRİKLERRR!!

Kanaması durduktan sonra hastaneye giderken bu haldeydi

Pasaportumla sağlık sigortamı verdim. Benim sağlık sigortam, normalde buradaki sağlık problemlerimi Türkiye’deki Emekli Sağlığı karşılayacak şekilde yapıldı, yani hiç para ödememem gerekiyor. Ve öyle bir durumdayım ki, cebimde sadece 3 euro var ve ekstra bir şey çıkarsa yandım demektir. Teşekkürler Emekli Sandığı, beni 1 cent bile ödemeden hastaneden kurtardın <3

Sıramı aldım, bekleme salonuna geçtim ama bir tuhaflık var. Acil acil değil sanki sinemanın bekleme salonu. Herkes süslü, bol bol muhabbetler ediliyor, pizzalar söylenmiş kutular çöpte. Valla ben anlamadım bu nasıl “acil”. Hatta bir amca geldi, salona girip “guten tag” dedi ama sorun şu ki amcacım biz orda gün yapmıyoruz, kimin ne derdi var belli değil. Bir de koltuğa geçip oturmak için insanların cevap vermesini bekledi adam. Ne zaman birileri karşılık verdi, o zaman ayakta durup etrafına bakmaktan vazgeçip gitti oturdu. İlginç.

Daha sonra beni çağırdılar, aşımı oldum ve evime içim rahat bir şekilde gidebildim. Ama kaydımı yapan hemşireyi tebrik ediyorum. Bir saati bir hafta diye anlamak zaten büyük başarı, bir de soyadımı doğru yazıp doğum tarihimi nasıl yanlış yazabildi bilemiyorum. Pasaportuma bakıp yazacaksın ya, zaten topu topu 10 rakam var şu dünyada, nasıl karıştırabildin, pes.

Havalı aşı kimliğim ve yanlış doğum tarihim <3

Adana’dan geçmiş bir İtalyan

Bu arada benle aynı katta kalan İtalyan Matteo diye bir çocukla tanıştık. İtalyan olduğunu öğrenince “ben İtalyanca konuşabiliyoroooom” diye çocuğa yapıştım, o da daha önce 4 defa Türkiye’ye geldiği için ve Türkiye’yi aşırı sevdiği için konser alanında birbirini kaybedip sonra bulan iki arkadaş gibi birbirimize sarıldık. Herkes defalarca Türkiye’ye gelebilir, bu çocuğun ilginç yanı gittiği yerlerin Adana ve Niğde Ulukışla olması. Özellikle Adana’yı “çok sıcak bir günde biri Güneş’i yok etmek için ona ateş etti ve ben oraya gittim” diye anlatıyor, çılgın 😀

Avrupa Gönüllülük Projesi ile gelmiş ve sürekli kebap yiyip hamamlara gidip mis gibi keyif yapmış ülkede, biraz da Türkçe öğrenince Türk halkının sevgilisi olmuş. Sürekli “Türkiye’yi çok özledim, herkes çok yardımsever, herkes bir şeyler ikram ediyor” diyip duruyor. Sen o bebiş yabancılığınla 2 kelime Türkçe konuşunca zaten herkes etrafında pervane olmuştur hemen, tabi özlersin.

Çılgın Doğu Almanya partileri ve kavgalar

Cumartesi akşamı Matteo ve Nur ile beraber nehir kenarlarındaki partilere gidip “pub crawl” gibi bir şey yaptık. Ama lütfen parti deyince çılgın erasmus partileri gibi bir şey bekleyemeyin, 50 yaş üstü Almanlar birer bira içip çalan slow Alman şarkılarında ayakta sallana sallana dans ediyorlar. WOW çılgın eğlence #partytime. Çoğu büyük ihtimalle 80’lerde rock n roll hayatı yaşamış uzun beyaz saçlı amcalarımız bugünlerde ellerinde bira, büyüttükleri göbekleri ile piknik masalarında oturup “chill” sohbet etmeyi tercih ediyorlar. Yorulmuş olabilirler tabi. saygı duyalım.

İlk durağımız Elbalandhaus’tu ve tam olarak yukarda bahsettiğim amca ve teyzeler vardı, zaten müzikler de Bon Jovi şarkıları ya da “I Love Rock n Roll” falandı. Parti 22:30 gibi bitince(??) Matteo’nun arkadaşları ile buluşmak için başka bir yere gittik. Buradaki çılgın partimizde de özgürlükle ilgili Alman pop şarkıları çalıyordu ve insanlarımız yine bir sağa bir sola sallanmaktan başka pek bir şey yapmıyorlardı. Ama son durağımız olan Montego Alman şartlarına göre bayağı iyi bir yerdi. Bozkırın ortasını kumla doldurup fake bir beach yapmışlar. Şezlongdan şemsiyeye, havuzdan cankurtarak kulesine kadar her şey var. Hatta ve hatta, bu cankurtaran kulesinde dans eden ıslak beyaz tişörtlü ablalarımız bile vardı 😀 Ben de böylece Montego’da sahil ihtiyacımı biiiirazcık karşılamış bulunuyorum.

Montego fake beach

Saat 1:30 gibi oradan çıktıktan sonra konu bir şekilde aşk hayatına geldi ve oturup dertleşmek istedik. Bunun için en idael yer neresidir? Tabi ki dönerci. Late-night-snack olayına zaten bayılan bir insanım, gittik koskoca dürümleri gömerken ilk aşklarımızdan, neden insanların sevgili bulamadığından, ne aradıklarından falan bahsettik. Ortam pek uygun olmasa da herkes Akdenizli olunca mükemmel muhabbet ilerledi.

Daha sonra saat 2:30 gibi eve dönmeye karar verdik ve Nur’la otobüse bindik. Nur zaten oturduğu yerde uyuyor, ben onla kendi kendime muhabbet etmeye çalışırken birden otobüs birbirine girdi. İki tane sarhoş çocuk birbirini tokatlamaya başladı ve bu arbededen kaçan bir kadın otobüsün en arkasına yuvarlandı. Yine bu arada inmeye çalışan zavallı bir adamcağızın ayağı takıldı ve kucağıma oturmasına ramak kaldı. Neyse ki kavga edenlerden biri indi de otobüs biraz duruldu, mu dersiniz? İnen kişi bu sefer otobüsü yumruklamaya başladı. Ay sen otobüse vursan nolcak, hıncını otobüsten mi çıkaracaksın sanki? Ve bu arada otobüs şoförü inanılmaz cool bir şekilde otobüsü sürmeye devam ediyor, otobüs yansa umrunda değil.

Hafta sonundaki moral bozukluğumdan dolayı bunu pazar günü yazamadım, o yüzden şimdi salı günü paylaşıyorum. Eğer hafta sonu planımız gerçekleşebilirse, bu haftanın yazısı yine haftaya salı gelecek.

Haftaya görüşmek üzere, ciao XX