“Seni ne özgür hissettirip dinlendirir” sorusuna verecek cevabım ne oldu biliyor musunuz; uzun zaman sonra seyahat edebilmek, istediğin yere gidebilmek, uçsuz bucaksız sahilde yürürken yüzüne çarpan rüzgar ve ayaklarının ıslanması. Ha bir de parmağında yüzükle eve geri dönmek 🙂
Tel Aviv ve Kudüs seyahatim hiç planda yoktu, birden gelişti ve beni o kadar etkiledi ki… Çok farklı bir yer; kültürlerin, dinlerin birbirine geçtiği bir yer. Nasıl gelişti hiç anlamadım, zaten ben seçmedim (: Uçakta pilot ”Tel Aviv uçuşumuz” diyene kadar hala inanamıyor gibiydim, ta ki indiğimizde havalimanında “Welcome to Israel” yazısını ve Kudüs ‘e giderken otobüste hahamlarla beraber yolculuk yapana kadar 🙂

Pazar gecesi 1 gibi Tel Aviv’e indik ve direk otobüsle Kudüs ‘e geçtik. Yol 1 saat kadar sürdü ve ben bu kadar modern otobanlar daha önce hiç görmemiştim. Kudüs ‘e varınca gece 2’de hostele vardık, ben şehir karanlık ve tenha olur diye düşünmüştüm ama çok aydınlıktı, her yer ışıklı, dükkanlar açık, insanlar sokakta sohbet ediyordu. Şehir genel olarak 2-3 katlı taş binalardan oluşuyor, yeni devlet binalarını bile aynı mimaride yapmışlar.
Ertesi sabah hedefimiz meşhur Kubbet-üs Sahra, yani o sarı kubbeli mavi bina olarak yola çıktık. Old Town’a açılan birsürü kapı var, biz Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırdığı Damascus Gate’ten girip Müslüman mahallesine girdik ve tam bir Kapalıçarşı mı dersiniz; Mısır Çarşısı mı, o tarz bir yere çıktık. Dar sokaklardan oluşan bir çarşıda baharatçılar, hediyelik satan Araplar, Müslüman kadınlar; hiç yabancılık çekmedik 😀 Ama sokaklar o kadar dar ve karışık ki Google Maps çalışmadı ve biz bir türlü Kubbet-üs Sahra’nın oraya geçemedik, kaybolup bir anda kendimizi Yahudilerin meşhur Ağlama Duvarı’nda bulduk.

Burası Yahudilerin ikinci tapınağından ayakta kalan tek duvar. Yahudiler burada tapınakların yıkılmasına ağlayıp, tapınağın tekrar inşa edilmesi için Tevrat’tan dua okuyor. Bunu da yüzlerini duvara dönüp bir ellerini ve alınlarını duvara yapıştırıp öyle yapıyorlar. Bir de duvardaki taşların aralarına dilek ve dualarını yazdıkları kağıtlar sıkıştırıyorlar ama bunu sadece Yahudiler değil herkes yapıyor, ben de yaptım.

Duvarda kadın ve erkek bölümleri ayrılmış. Erkekler klasik bildiğimiz Yahudi görüntüsünde, başlarında uzun-geniş kenarlı siyah şapka, üstlerinde siyah kumaş pantolon ve aynı kumaştan uzun siyah pardesü var. Sakalları uzun ve favorilerini de uzatıp kıvır kıvır yapmışlar. Kadınlarsa siyah, kalın külotlu çorap, diz altında etek giyiyor ve saçların göstermemek için peruk ya da bere takıyorlar. Ben bir haham (Yahudi din adamı) ile konuşmaya çalıştı ama “no, no” deyip kaçtı. Sonradan dikkat ettim ki hiçbir erkek yüzüme bakmıyor, ben yanlarından geçerken başlarını çeviriyorlar. Sanırım yabancı kadınlarla konuşmaları yasak.

Ağlama Duvarı’nda yeterince Yahudi gözlemledikten sonra hedefimize doğru kaldığımız yerden devam etmeye çalıştık ama sokaklar o kadar karışık ve dar ki dönüp duruyoruz. En son her köşe başında bulunan silahlı İsrail askerlerine sorduk ama Kubbet-üs Sahra’nın şu an ziyarete kapalı olduğunu, 2 saat sonra açılacağını söylediler. Zaten oraya sadece Müslümanların girebildiğini okumuştum. Bu bana çok saçma geldi, orası bir ibadethane ve Müslümanlar oraya istedikleri zaman girip ibadet edebilmeli. Gidip askerlere “biz Müslümanız, yine de giremez miyiz” deyince nereden geldiğimizi, adımızı sordular ve bu sefer izin verip bize yolu tarif ettiler.
Bakın, ben baştan başa İtalya’yı gezdim ama daha önce bu kadar etkileyici bir mimari yapı gördüğümü hatırlamıyorum. O altın kubbe güneş gelince öyle bir parlıyor ve mavi çini desenleri ile öyle güzel bir kontrast oluşturuyor ki, gördüğüm ilk an “hii” diye nefesim kesildi. Çiniler Osmanlı zamanında Anadolu’dan gelmiş.

Müslüman olmayanlar sadece yapının etrafında gezebiliyor ve sadece Müslümanlar içeri girebiliyor, biz ziyaret saati başlayıp kalabalık olmadan hemen içeri girdik. Daha önce çok fazla İslami yapı gezmedim ama burası çok çok çok güzeldi, ben çok etkilendim. Bir de tam öğle namazı kılınırken içerdeydik ve harikaydı, böyle bir yerde namaz çok farklı geldi bana.
Buranın dini önemli, yapının içinde bir kaya var ve Hz Muhammed’in bu kaya üzerinden cennete gittiğine inanılıyor. Ayrıca Yahudiler için de önemli, Hz İbrahim oğlu İsmail’i burada kurban etmiş. Düşünsenize, öyle bir yerdesiniz ki iki din için aynı anda çok önemli, iki peygamber daha önce sizin bulunduğunuz yerde bulundu, önemli olaylar yaşadılar. Onlarla aynı havayı soluyorsunuz.
Kubbet-üs Sahra’dan ayrıldıktan sonra öğle yemeği yemeye Abu Shukri diye bir restorana gittik – şiddetle önerilir. Falafel ve humus yedik, o humus benim hayatımda yediğim en lezzetli şeylerden biriydi. Resmen tadı damağımda kaldı. Artık el mahkum oraya humus yemeye bir daha gidilecek 🙂

Kudüs ’te 4 mahalle var: Müslüman mahallesi, Ermeni mahallesi, Yahudi mahallesi ve Hristiyan mahallesi. Biz Ermeni’yi gezmedik, Hristiyan mahallesini ertesi güne bırakıp Yahudi mahallesine geçtik ve binaların, dükkanların kalitesi Müslüman mahallesine göre birden artıverdi. Burada çok eski Hurva Sinagog’u varmış onu gezdik, hayatımda ilk defa sinagog görmüş oldum.
Bu Yahudi erkekler benim ilgimi çok çekti, tüm gezi boyunca onları gözlemledim. Haham dediğim uzun favorili Yahudiler dışında bir de başlarını bir bölümünü örten takke takanlar var, sanırım bunlar biraz daha az tutucu, kıyafetleri de normal. Bir dükkana girdiğinizde ve merhaba dediğinizde bu Yahudi erkekler size “shalom” yani İbranice “barış” diye karşılık veriyor.
Yahudi mahallesinden çıkınca gün batımını izlemek için Zeytin Dağı’na çıktık. Burası da dini açıdan bayağı önemli bir yer. Hz İsa yakalanıp çarmıha gerilmeden önce, arkadaşlarından birinin ona ihanet ettiğini burada öğreniyor ve ayrıca sırat köprüsünün burada kurulacağına inanılıyor. Hatta Yahudiler buradan milyon dolarlar değerinde mezarlar satın alıyorlarmış ki köprüye yakın olalım kolayca geçelim diye. Yahudi mezarları bizim gibi toprak altında değil, toprağın üzerinde taşlarla örtülü şekilde ve biz dağa çıkarken bir cenazeye denk geldik, değişikti. Zeytin Dağı’ndan gün batımı gerçekten güzeldi, Kudüs silueti çok güzel görünüyor.

Dönüş yolunda ezan okunmaya başladı ve bu bana çok tuhaf geldi, arkanızda Hz İsa’nın oturup bahçesinde vakit geçirdiği Getsemani yani zeytinlik gibi bir yer var, Yahudilerin Ağlama Duvarı’nı görüyorsunuz ve ezan okunuyor. Ben daha önce hiç bu kadar duygu yoğunluğu olan bir yerde bulunmadım ve dedim ki “ben neredeyim, şu an gerçekten burada mıyım?”. O kutsallığı iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
Ertesi gün bismillah deyip Hristiyan haccı yapmaya karar verdik. Bunun için Hz İsa’nın ölüme mahkum edildiği yerden başlayıp öldüğü kiliseye kadar bir yol yürümeniz gerekiyor, aynı Hz İsa’nın sırtında haçla yürüdüğü gibi. Bu yolun adı “Via Dolorosa” ve üstünde Hz İsa’nın çarmıhı aldığı, Meryem’i gördüğü, dayanamayıp düştüğü, çarmıha çivilendiği gibi 14 tane nokta var. Bu noktalarda birçok Hristiyan’ın ellerinde haç, başları örtülü bir şekilde dua ettiğini gördük.

Çok tuhaf, yıllar önce Hz İsa da senin olduğun yerde yürüdü mesala, bunlar yaşandı yani, hep tarih/din diye öğretilen şeylerin olduğu bir yerde olmak çok değişik bir histi. Bu yol biraz uzun sürdüğü için o günü tamamen Via Dolorosa ve Hristiyan mahallesine ayırdık. Via Dolorosa’da Hz İsa’yı öldürüp, 3 gün sonra dirildiği yere gittik. Oradan da en son annesi Meryem’in öldüğü yere gittik, orada birsürü Hristiyan ilahi okuyup dua ediyordu. Ben Hristiyan olmamama rağmen bile insanların duygularını hissettim.
Artık Kudüs’ten ayrılma vakti geliyordu, son kez yine Ağlama Duvarı ve Kubbet-üs Sahra’ya gittik. Öyle bir nokta var ki, Ağlama Duvarı’nın önünde Yahudiler sallanarak dua ederken arkada bütün ihtişamı ile Kubbet-üs Sahra’nın kubbesinin parladığını görüyorsunuz. Kudüs çok garip bir yer, tek bir şehir nasıl Hristiyanlık, İslam ve Musevilik için de kutsal olabilir? Nasıl bütün olaylar burada gerçekleşiyor? Bu şehrin gizemi ne? Şükürler olsun ya, cidden o an bu kadar yoğun duyguları yaşayabildiğim için, orada olabildiğim ve din birlikteliğini gözlemleyebildiğim için şükrettim.

Akşam otobüs ile Tel Aviv’e geçtik ve ortam anında değişiverdi. Gökdelenler, plazalar, trafik, insan çeşitliliğinin olduğu bir metropole düştük birden. Tel Aviv sahil şeridi boyunca uzanan bir şehir ve hostelimiz tam olarak sahilde denize sıfırdı, çok geniş bir plaj düşünün, plajdan bir cadde ve bizim hostel (Beachfront Hostel). Konumumuz mükemmeldi, yanımızda Amerikan Konsolosluğu, Sheraton, Hilton falan vardı. Bir de öğrendik ki odamız değişmiş ve bize balkonu olan, deniz manzaralı bir oda vermişler! Balkonda salıncak bile vardı, tahmin edersiniz ki akşamın yorgunluğu o salıncakta atıldı 🙂

Sabah erkenden hemen sahile indik. Tel Aviv Akdeniz kıyısına boydan boya kuzey-güney yönünde kurulmuş bir şehir ve kocaman bir sahili var. Ben o sahilde özgürce yürüdüm, kumları havaya fırlattım, ayaklarıma terlik giyip buz gibi suda dans ettim ve hayatımda bana en iyi gelen şeylerden biriydi bu aktivite. Kumsalın hemen arkasında gökdelen denebilecek binalar var ve bir bina vardı ki siz diyin Miami’den kopup gelmiş, ben diyim GTA Vice City’den. Kendimi bir anda en sevdiğim bilgisayar oyununun içinde buldum 🙂
Bu arada ben Tel Aviv deyince klasik bir Orta Doğu kültürünün baskın olacağını düşünüyorum ama alakası yok. Tam bir Miami, her taraf palmiye dolu. Sahilde insanlar paten kayıyor, spor yapıyor ve kimse kimseye bakmıyor. Ben Avrupa’da bile çoğu şehirde bu kadar medeniyet görmemiştim. Neredeyse herkes köpekli ve beraber yürüyüş yapıyorlar. Bir parametre olarak, yaya geçidinde araçlar duruyor.

Kumlarda yeterince oynadıktan sonra gezilecek meşhur yerleri gezdik. Dizengof Meydanı, Rotschild Bulvarı, Büyük Sinagog, Neve Tzedek ve Florentin mahalleleri. Florentin tam bir grafiti cenneti dediler ama aynı zamanda sanayiydi ve bütün grafitiler dükkan kepenklerinde falandı, hiç de estetik bir görüntü yoktu. Oradan sahilin güney ucundaki Yafo kentine geldik, Tel Aviv güneye doğru büyüye büyüye Yafo ile birleşmiş. Saat de yavaştan gün batımı saati olmuş, Umut tutturdu sahilde yürüyerek hostele gidelim bu sırada kumlardan gün batımını izleriz diye. Tamam dedim güzel fikir.

Ben yürüyorum, fotoğraf çekiyorum duruyorum, etrafı izliyorum, Umutsa bir an önce kumluk yerlere gidebilmek için hızlı hızlı yürüyor. Derdi ne anlamadım (az kaldı anlayacaksın Cemrecim birazdan). Bu sırada enfes bir gün batımı oluyor, gün tam Akdeniz’in ufuk çizgisinde batıyor ve bütün güzel güneş ışıkları sahile vuruyor. Harika kumları olan bir yere geldiğimizde Umut dedi ki “güneş çok güzel, gel bi fotoğraf çektirelim”.
Umut fotoğraf çekmesi için telefonu birine vermeye gitti ama resmen konuşuyor kadınla, “fotoğraf çekebilir misiniz” demek o kadar sürmez. Neyse dedim, poz vermek için ileri gittikten sonra Umut’a bir döndüm ki Umut elinde kırmızı bir kutu ile bana doğru yaklaşıyor. Benim “Umut o neeee” diye bir çığırışım var, Kudüs ’tekiler duymuştur herhalde. Sonra Umut beyimiz sahilde diz çöküp harika bir gün batımında bana evlenme teklif etti :))) Ben de evet dedim :)))


Ama o kadar komikti ki, zavallım kutuyu taa İsrail’e getirmiş, bir de sabahtan beri cebinde taşımış ve bana çaktırmamaya çalışmış. O arada kutunun menteşesi kırılmış, Umut da bunu haliyle diz çöküp kutuyu açınca fark etti. Ve o an ağzından çıkan ilk söz “yaaa kutu kırılmış” oldu 😀 Ben diyorum ki “boşver kutuyu falan şimdi :D” Meğer telefonu verdiğimiz kadına “ben teklif edeceğim” demiş, kadın da video çekmiş. Çok çok tebrik etti bizi, ilk tebriğimin tanımadığım birinden olacağı aklıma gelmezdi 🙂
Hostele dönüp kutlama için içecekler aldık, ayağımıza terlik giyip koşa koşa sahile gidip biraz denize girdik ve eğlendik. Benim kafamda bere, suda çıplak ayaklarımı çırptığım bir videom var 😀 Sonra da Mc Donalds’a gidip yemek yedik, tam bir Lily ve Marshall’ız, canım Umut <3

Ertesi sabah 10’da uçağımız vardı ve sabah erkenden kalkıp havalimanına gittik. Kafa dinlemeye gittiğimiz şehirden hacı ve nişanlı biçimde döndük 🙂 Gerçekten uzun zamandır bana bu kadar iyi gelen, beni bu kadar rahatlatan 3 gün olmamıştı. PET sonucum temiz çıktığında bile böyle hissetmemiştim. Ve biliyorum ki ben oraya tekrar gideceğim, bir daha görüşene kadar hoşça kal İsrail <3 Yerin hep ayrı kalacak.

Birkaç seyahat notu:
-İsrail’in para birimi şekel ve her şey çok pahalı. Gerçekten çok pahalı. Gittiğim en pahalı yer burasıydı şimdiye kadar. Şöyle diyim, küçük su 20 lira ve BigMac menü 90 lira.
-Bir yer hariç Türk olduğumuzla ilgili hiç kötü tavır yaşamadık. Hatta Müslüman mahallesindeki satıcılar “abi, kardeş, akraba” falan diyordu bize.
-Ülkeden çıkarken orada neler yaptığımız, Umutla ilişkimiz, gelecek planlarımızla ilgili ciddi bir sorguya çekildik, havalimanına erken gitmekte fayda var.
-Girişte pasaportu damgalamak yerine minik mavi bir “orada bulunma izni” gibi bir kart veriyorlar. Ama vizenizi pasaporta basıyorlar, ne anladım ben bu işten.
-Herkes İngilizce biliyor, iletişim sorunu hiç yaşamadık. Sadece aksanları çok tuhaf ve ben hiçbir şey anlayamadım, sürekli Umut’a “ne dedi” diye soruyordum.
-Tel Aviv çok rahat ama Kudüs ’te kıyafetinize dikkat etmeniz gerekiyor. Hem kiliselere hem Kubbet-üs Sahra tarafına kısa-kolsuz şeylerle giremezsiniz. Zaten ben de ona göre uzun şeyler götürmüştüm.
-Vize almak kolaymış, kişisel olarak konsolosluğa başvurmanız da gerekmiyor. Umut benim adıma başvurdu mesala.
-Tel Aviv de Kudüs de hayalinizdeki şeyden çok çok farklı yerler, her ne düşünüyorsunuz bilmiyorum ama ne kadar seyahat bloğu okusanız, araştırsanız da aklınızdakinden çok farklı bir yer bulacaksınız. Eğer aklınızda “acaba gitsem mi” sorusu varsa, bu yazıyı bitirince hemen bilet alın. 5 Avrupa şehri gezeceğinize burayı gezin. İnanın pişman olmazsınız.