Önce ananemin gün arkadaşlarıyla başlattığı, daha sonra annemle benim de katıldığımız 1 haftalık İtalya gezisinde nereleri gezdik, ne yedik fazla canınızı çektirmeden anlatmaya çalışacağım.
İlk gün yolculuğumuz İzmir-İstanbul-Cenova rotasındaydı. Cenova’da -hatta sonra bütün ülkede- gözümüze çarpan ilk şey yeşil panjurlar ve renkli evler oldu. Sahil şeridine kurulmuş küçük bir şehir, “Korsanlar” filminde kullanılmak için yapılan korsan gemisi, Kristof Kolombo’nun evi ve şehre panoramik bakabileceğimiz asansör dışında fazla bir özelliği yoktu bence. Otobüsten indiğimiz anda etrafımızı nereden geldiklerini anlayamadan hediyelik satan göçmenler doldurdu, yağmurda çıkan şemsiyeci gibi turistleri görünce çıkıp sonra kayboldular, bir daha da göremedik onları.
Cenova’da çok fazla vakit kaybetmeyip Milano‘ya geçtik. İlk durağımız tabi ki dünyaca ünlü alışveriş caddeleri oldu.
Oradan sonra Duomo Meydanı, çok eski ve lüks bir alışveriş merkezi olan Galleria ve Leyla Gencer gibi büyük opera sanatçılarını yetiştiği La Scala Tiyatro’sunu gezdik. Yemek için yerel “panzerotti” denen bir yemeği deneyecektik ama o gün kapalı olduğundan Spontini isimli parça pizzacıya girdik, pizzamızı alıp Duomo’nun arkasında cadde kenarına oturduk. Saat ilerledikçe şık giyimli insanlar tiyatro binasına doğru gidiyorlardı, öğrendiğimize göre burada opera biletleri 500 eurodan başlıyormuş ve uzun süre önceden bilet almak gerekiyormuş.
Yeni Yazlık Mekanım Belli Oldu
İkinci gün Garda Gölü kıyısındaki Sirmione kasabasını gezdik, gördüğüm en tatlı yazlık tatil yerlerinden olabilir. Arkanız renkli evle ve palmiyelerle dolu; önünüz kale, kalenin arkasında göl ve onu çevreleyen Alp Dağları. Cenova daha fazla tanınmasına rağmen bence Cenova’dan çok daha güzel bir sahil şehri. Sanırım bu şehri hep gözlüğümle hatırlayacağım, ne alaka tabi.
Biraz dolaşıp dondurmamızı yedikten sonra fotoğraf çektik, ben de gözlüğümü annemin çantasının askısına takmıştım. Gezdik gezdik otobüse doğru yürürken bir baktım ben göremiyorum, gözlük çantada yok düşmüş bir yerlerde. Ben artık gözlüğün kırık parçalarını bulmaya kalenin içine doğru geri gidiyorum. Otobüsün kalkmasına yirmi dakika var ve zaten göremiyorum nasıl bulacaksam, neyden umutlandıysam bulacağım diye girdiğim dükkanlara, yerlere bakmaya başladım. Son dükkandan çıktım yok, Roma’da heykelleri göremiycem diye ağlanırken sokakta köşede küçük bir kutunun üzerinde sevgili gözlüğümü buldum ❤ Herhalde biri yerde bulup oraya kaldırdı.
Küçük bir aksiyon atlattıktan sonra Verona‘ya geçtik. Nehir ve surların içine kurulmuş çok güzel bir şehirdi. Beni en çok şaşırtan şey ise evlerin dış yüzeylerinin asla tadilatla değiştirilmemesi, korunması ve her duvarın tablo gibi olmasıydı. Dışarıdan eskiliğini koruyan evlerin içi ise son derece modernmiş. Verona’nın en büyük turist çeken özelliği Jülyet’in evinin bulunması.
Herkes Romeo’nun gizlice buluşmak için içeriye girdiği balkona çıkıyordu. Bahçede ise bronzdan bir Jülyet heykeli vardı ve bu heykelin göğsüne değip dilek dileyince gerçek oluyormuş. Önündeki aşırı sıradan heykelle uğraşmak yerine evin içine girip çok sevdiğim bir arkadaşıma doğum günü sürprizi hazırladım. İtalya’nın meşhur dondurmacısı Venchi’nin en lezzetli şubesinden dondurma aldık ve biraz pazarında gezinip hediyelikler aldık.
Aksanım Sağolsun
Yemek yemek için Arena Meydanı’nda Brek isimli güzel bir restorana oturdum ve midyeli spagetti(?) ve Aperol Spritz söyledim. Garson sipariş verir vermez “Türk müsün?” dedi, aksanımdan anlamış artık nasıl konuşuyorsam. Babası Yeşilköy’de oturuyormuş, biraz Türkçe biliyormuş. “Mercimek çorbası, kebap ve Efes bira dışında her şeyimiz var” diye siparişimi getirmeye gitti 🙂 “Çok güzel mi, afiyet olsun” diye başladık, baya sohbet ettik. Sonra annemle buluşunca “niye numarasını almadın belki lazım olurdu” diye azar yedim. Sonuç: Artık elimde yağız bir İtalyanın telefon numarası var.
Ertesi güne artık dünyanın en güzel adası olduğunu düşündüğüm Venedik‘te başladık. Tronchetto Limanı’ndan tekne ile Venedik’e geçtik ve ben hayatımda birbirine bu kadar benzeyen deniz ve gökyüzü rengi daha önce görmemiştim. İlk önce Vivaldi’nin bestelerini yaptığı evini gördük ama restorasyon vardı ve İstanbul reklamıyla kapatmışlardı. Adanın toprağı yumuşak olduğu için meydandaki kilisenin çan kulesi Pisa gibi yana eğilmişti, bence çoğu kişi bu kuleyi gözden kaçırıyordur.
Biraz ara sokaklarda gezip gondola bindik. Büyük Kanal’daki su masmaviyken ara sokaklardaki su yeşildi, sanırım pislikten. Her evin limanı ve kanallara inen merdivenleri vardı. Taksiler, ambulanslar; hepsi denizden gidiyordu. Bu arada gondoldayken bir arkadaşıma doğum günü hediyesi berabermişiz gibi fotoğraf çektim, buraya gelme planını beraber yapmıştık ama iptal oldu.
Gondoldan sonra Hard Rock Cafe’ye gidip yine çok sevdiğim bir arkadaşım için doğum günü hediyesi ve baterist bir arkadaşıma bagetler aldım. İtayla’da resmen arkadaşlarıma çalışmışım, şimdi yazınca fark ettim. Parça pizzamı aldım ve Hard Rock Cafe’nin yanındaki kanala inen merdivenlere oturup pizzamı yerken arkamdan gelen “Allahım ya” sesleriyle dönüp bakmam bir oldu. Kabataş’tan öğrenciler gezmeye gelmişler. Yemekten sonra biraz daha ara sokaklara daldım. Yol zaten yok her yer kanal, olan yollar da o kadar dardı ki, iki kişi zor yürüyordu.
Floransa-Roma-Napoli-Pisa-Lucca-Siena’yı içeren ikinci yazımı okumak için buraya tıklayın.